9 Nisan 2013 Salı

Henüz Bir İsmi Yok -3 arkadaş toplanıp fantastik edebiyata girdik-

Bir gün 3 arkadaş oturuyoruz. 3ümüz de çok oyun oynayan, oyunlar üzerine günlerce konuşabilen tipleriz. 2inci cümleden tiksindiniz di mi bizden. Hakkınızdır, çok seveni yok bu geyiklerin. Herkes der ki, türkiye'de bunun primi yok. Primini yediklerim, prim için yapcak olsak başka şeyle uğraşırız di mi. Hem belki ilerde bir gün primi oluşur bu oyun işlerinin. Neyse çıkalım bu oyun mevzuundan. Bir gün 3 arkadaş oturuyoruz, dedik ki; hacı millet ne güzel oyun yapıyor, dizi yapıyor, kitap çıkarıyor, biz de bir yerlerden başlasak mı ki? O an nasıl bir andır ki bizi bir şeyler yapmaya başlamaya itti. O gazla anlamsız ve yönsüz bir çalışmaya girdik. Yani bir şeyler yapıyoruz ama ne yaptığımızı bilmiyoruz. Allah herkesi bu anlamsızlıktan korusun... Çok uzatmayayım, o günün gazıyla 3 arkadaş birlikte girdiğimiz fantastik dünya'nın ilk serüveninin (belki ilk) girişini yazdık. Bakın belki'ler felan dahil oldu işe, o kadar plansız, programsız, anarşist ilerliyoruz.

Destur bismillah.


Ozan Alanguva’nın Hikâyesi: Duyuruluş

Duydum onu, bildirildim. Doğduğum günden beri yetiştirildiğim yerde, beni ben yapan, beni ozan yapan, üzerimden karanlığı alan, aklımı açmamı sağlayan, sözlere ve müziğe, söylenişe ve ritme, vurgu ve heceye, hıza ve renge hükmetmeyi öğrendiğim yerde, bunca ömrümde gördüğüm en kutsal yerde, kanın dünyanın yaratıldığı günden beri dökülmediği topraklarda, yalanın hiçbir zaman yaklaşamadığı, şeytanın adını anmaktan korktuğu bu mabette bildirildim… O mabet ki lal girenin ozan çıktığı, ama girenin şahin olduğu, sakatın uçabildiği, ifrite tutulanın camanbay olduğu topraktır. O mabet ki iblisin yavrusuna tembihlediği, her bir ifritin kâbuslarında gördüğü ceza mekânıdır. O mabet ki her dinden hacı kabul eden, gelenin selama eriştiği yerdir. O mabet ki meleklerin bizlere ilim öğrettiği yerdir, o yer ki göz perdesinin aklı kandıramadığı yerdir… Bundan sorgulamadan inandım duyduğuma, bildirildiğime. Bundan aldım çiğnedim üstatlarımın sözünü, bundan alamadım övgülü uğurlamalarımı, bundan arkamdan su değil de gözyaşı döküldü. Kimse beklemiyor artık beni orada, kimse hatırlamayacak ben öldükten sonra beni orada, belki kimse almayacak benden sonra çıplak yetimleri dergâha.
Hiç darılmam kimseye, hiç hesap sormam ne burada ne öte tarafta kimseye,

Hiç yüzüm yok ki görünsem kimseye, hiç hareket edemem bir daha baksam oradan kimseye.

Bu yüzden hiç anlatmadım nereden geldiğimi, ne olduğumu,

Nereye gittiğimi, neden bu halde olduğumu.

Unutmak erdemsiz ama aklın tesellisi,

Unutmuş gibi yapmak onun göz boyayan sahtesi,

Hatırlamak gazapların en katmerlisi.
İsteyen için unutulmak kolay olduğundan, unutuldum ben de çok kısa sürede. Her şeyi ama her şeyi duyduğumun tembihine göre yaptım. Her adımımda o sözleri yorumladım. Dağlar aştım, kötülüğün en içinden geçtim, yeni zanaatlar öğrendim. Yeni zanaatlar bana manastırda öğretilenlerden güçlüydü. Bu haccımda zanaatımı ve öğretilerimi bükmeyi öğrendim. Kötü iyiyle bir olabilirmiş, hatta birbirlerinden ayrılması için sadece hayal görmek gerekirmiş… 
Benim manastırda her gün korunduğum öğretileri öğretti o yüce ses bana. Gözümü açtığım günden beri sesi yönlendiririm, bilmem ki kaç sesle seslenirim kulağa. Marangoz ağaca şekil verir, kilci yaş toprağa, çizer renklere… Ozan sese şekil verir, bense sesle şekillendiririm. Marangozdan iyi yaparım en ince işlemeyi ağaçta, sipsimi üfleyerek. Toprağa su koklatmadan yaparım testileri, nefes şakıyarak. Yazdığım şiirler, şarkılar bestelenmeden resme döker ağaç kökleri ve daha birçok renk elementini. Hepsini manastırda öğrendim, her gün telkin edildim lakin. Her gün rüyalandırılıp öğretildim maddeyi insanları etkilemek için yormamayı. Her gün ve her gece hatırlatıldım en ulvi amacımın sesin, rengin, toprağın, ağacın ve her diğer özdeğin düşünücüsü için yapmam gerektiğini yaptıklarımın. Hala yönelirim beni ve bütün özdeği var edene. Hala yöneltirim sesimi, rengimi, toprağımı ona. Bu sefer bir af dilenmeyle yorarım kendimi dahi. Özdeğin düşünüp, var edenine yalvarırım her gün uduzlarım için, uduzlarım ki beni böylesine güzel yetiştirdiler. Şüpheden uzak olsunlar…


Devam Edecek...
 Great Saiyaman

22 Mart 2013 Cuma

kameralara gülümseme etüdü- ayna karşısında bir akşam

bazı arkadaşlarımda farkettim, özellikle hanım arkadaşlarımda ve bir kısım artistik yapıda bey arkadaşlarımda. ve az önce gördüğüm bir fotoğrafta. sosyal medya, kameralara nasıl poz vereceğimizi kendi kendimize çalışmamız gerektiğini gösterdi.

doğallıktan eser kalmamış yapmacık plaza kadınlarının -ki başka bir yazının kesinlikle ana konusu olacaktır- bir özelliği bu. bir yerde yemek yeniliyor, bir şeyler içiliyor ve hoop, o da ne? akıllı telefon cepten çıkmış, hemmen fotoğraf çekme-çekinme aktivitesi. üçlü beşli gruplaşmalar ile o anı yakalama ümidi. aslında o anki sahte fakat huzur bozmayan mutluluğu zaman düzleminde dondurma çabası. beyhude çabalarından biri insanlığın kısaca.
neyse, çok uzattım sosyal tespit kasmak için. fotoğrafın nesnesi olan bu abla-abilerden hatun kişilerde hep aynı poz olduğunu farketmem çok da zamanımı almadı. dişleri diğerlerine görece güzel olanlar otuz iki diş sırıtarak at dişleri ile fotoğrafta dikkat çekici birer obje halini alıyor, görece gamzeli olanlar gamzelerini belli ediyor, suretten ziyade yan profili daha iyi olanlar "hafif yan" duruyor ve kalanlar da boşluğu dolduruyor.
yani ben.
gözlerim mesela, mutlak surette tuhaf çıkar fotoğraflarda. burnum yamuktur benim, sağdan bakınca kemeri belirgindir. ve nedense o fotoğraf çekimlerinde illa da sağ profil vermek zorunda kaldığım bir konumda yakalanırım. yıllardır çok terlerim, kapalı alanlar darlandırır beni. o yüzden de, terlediğimden yani, saçlarım bi alnıma yapışma çabasındadır.
belki klişe, belki gerekli gereksiz hemen herkesten duyuyoruz ama, velhasıl ben, fotoğraflarda çirkin çıkarım. o yüzden belki, sevgilimle bir tane bile fotoğrafım yoktur sanal mecralarda.

salt sanal mecralarda da değil, sevdiğim insanla beraber bir tek fotoğrafım bile yok. tam yedi yıl oldu.

bu fotoğraf sahtekarlığından o da hoşlanmaz, biliyorum.

çok şanslıyım aslında,
onu da biliyorum.

by songstonoone

11 Mart 2013 Pazartesi

Ah Ulan Elidor -Bir Dikkatsizlik Hikayesi-


Teaching English To Young Learners diye bir dersim var. Derste her hafta bir takım öğrenciler diğer öğrencilere İngilizce bir hikâyeyi veya masalı öğretmenleriymiş gibi okuyor. Okumak dediysem de kuru kuru okumak değil; yaratıcılık istiyor hoca, aktiviteler serpiştirerek çocukları mümkün olduğunca derse yoğunlaştırmamızı falan istiyor. Dağıtılan hikâyelerin çoğunu biliyordum, bana gelense hiç bilmediğim bir hikâyeydi, Elidor.

Ders sonunda hocaya “hocam ben bunu hiç duymadım daha önce. Bunun yerine ben kendim bir tane yazsam ve onu işlesem nasıl olur?” dedim. Hoca “bunu yapsan daha iyi olur, çok güzel bir hikâyedir bu.” dedi. Sonra da “sen bir oku, beğenmezsen pazartesiye kadar bir şey yaz ve bana ver, beraber karar verelim hangisini işleyeceğini." dedi. Bu arada sunumu ilk hafta, Çarşamba günü yapacağım… Tamam dedim hocaya. Eve gidip hikâyeyi okuyayım dedim ama hikâye yoktu. Hikâyenin nasıl işleneceğine dair birçok aktivite vardı kitapta ama hikâyeyi bir türlü bulamadım. Ben en iyisi bu bahaneyle kendi hikâyemi yazayım, hoca belki etkilenip yüksek not verir dedim. Dün gece oturup aşağıdaki şeyin İngilizcesini(bu gerçi tam o yazdığım değil, o biraz daha detaylıydı) yazdım. Yazdıklarımın çıktısını alıp hocaya götürmeden önce kitabı bir kez daha kontrol etmemle asıl hikâyenin aktivitelerden 1-2 sayfa önce yazıldığını görmem bir oldu... 

Salaksın, yeminle aptalsın dedim kendime. Gerçi benim yazdığım hikâye kitaptakinden güzel geldi bana. En azından benimkinin mesajları daha açık ve daha güzeldi, ama ya hoca beğenmezse ve kızarsa deyip götürmedim hikâyeyi. Aptallığın verdiği rahatlıkla hikâyeyi de buraya koyayım bari dedim ve buyurun:

Elidor, annesiyle birlikte bir ormanda yaşamaktadır. Dünyayla ilgili dertleri olmayan bu ikili Elidor’un doğumundan beri birbirlerinden başkasını görmemiştir. Bir gün Elidor ormanda oyun oynamak için evden çıkmıştır. Oyun oynarken yüzüne vuran güneş ışığına baktığında ışığın içinden bir elin kendini çağırdığını görür. Ele doğru hareket eder ve kaybolur. Annesinden aldığı öğütle annesini veya evini görebilmek için yüksek bir yere çıkma kararı alır, çıktığı ağaçta annesini veya evini göremez. Ama az ileride bir tepe yükseliyordur. Tepeden belki görebilirim deyip tepeye koşar Elidor.

Tepeye ulaştığında tepenin büyülü olduğunu fark eder Elidor. Zirvesinin iki yanından ikişer gökkuşağı sarkıp yerlere kadar indiğini görür Elidor. Annesini görebilmek umuduyla tepeye çıkmaya başlar. Tepenin yarısındayken bir kayalığa tırmanır, buradan belki görürüm der ama bu sefer de çok yüksektedir, orman çok küçük gelir gözlerine.  Kayanın üzerindeyken kulağına hoş bir ses fısıldar:
-          Seni annene kavuşturabilirim.
-          Kimsiniz siz?
-          Buradayım, yardım et lütfen.
-          Göremiyorum, neredesiniz?
-          Buradayım, sağında. Ayağının yanındaki taşın üzerinde.
Elidor ayağının yanındaki küçük sandığı görür. Eğilip sandığı eline alır. Aynı ses yine fısıldar kulağına, aç beni. Küçük kopçasını kaldırarak sandığı açar ve kendini bir anda bir sarayda bulur. Sandık bu sefer kulağına, beni kralıma götür der. Elidor sandığı cebine koyarak kralı aramaya koyulur.

Kısa süre sonra sarayın prensesiyle karşılaşır. Prenses kendisiyle aynı yaşlardadır. Prensesi gördüğünde sandığı unutur ve prensesle oynamaya başlar. Akşama kadar oynarlar ve günün sonunda kralla tanışır. Kralı gördüğünde aklına cebindeki sandık gelir, özür dileyerek sandığı krala uzatır.

Kral yıllardır her yerde aradığı sandığına kavuşmanın sevinciyle Elidor’a bir dileğini yerine getireceğini söyler. Annesine kavuşmak istediğini ama prensesten de ayrılmak istemediğini söyler. Kral bunu çabucak çözebileceğini ama o geceyi sarayda geçirmesi gerektiğini söyler Elidor’a. Elidor kabul eder. Ertesi gün annesi Elidor’u saçını okşayarak uyandırır. Ormandaki kulubesinden saraya taşınmıştır. Ve sonsuza kadar mutlu yaşarlar.


Hikâyenin aslını okumak isteyenler için: http://tinyurl.com/d3365va

Great Saiyaman

Frankly Mr. Shankly:

bazı insanlar, başkalarının en kötü huylarından bahsederken aslında tam da kendilerinden bahsettiklerinin farkında değiller. farkındalık ise bizi yavaş yavaş öldürüyor. kanımızı zehirliyor.

Böyle güccük güccük oyunlar oynamak insanların aslında küçük yaştaki aldanmışlıklarının ileri dönem dışavurumu sanırım. bilmiyorum. hiç Freud okumadım. yazılışını bildiğime şaşıyorum. Aslında şu kısacık ömrümde pek kitap okuduğumıu da söyleyemem. bu konuda zaten ailenin yüz karası benim.
Babam yıllarca ilmihaller, Sahih-i Buhari'ler ve bilimum on emir yorumları okudu. Halen Kur'an okuyor.
Annem ise Türk edebiyatının mürekkebinden beslenmiş bir iflah olmaz romantik. romantik derken, öyle duygusallı aşklı romantik değil. Vintage biraz hani. (çok retro oldum lan.)
Ablam ise fantastik dünyalarda 8 boynuzlu atlara dragonkanı içirtir. Ursula Le Guin denen karının kitabından geçilmiyor zaten ev.
Ben ise uslanmaz bir polisiyeci.
konu nereye geldi.

insanların kendini gösterme çabası beni ürkütüyor. ben ki, şu güne kadar kendimi saklayan, artık kendimi ortaya koymak mecburiyetindeyim. geriliyorum.
her gün ne iş yaptığımın raporunu müdürüme, müdürümün müdürüne ve en müdüre vermek zorundayım. evet, en müdür diye bir şey var.

epeydir müzik üzerine yazamayışımın sebebi ise tam da burdan ileri geliyor.

dedikodulara geçeyim. istanbul'daki eski kuaförüm yeni evlenmiş olduğu hanımdan ayrılarak tükkanın ortağı hanım ablamızla çıkmaya başlamış.


by songstonoone

23 Şubat 2013 Cumartesi

Dragon Ball

anime olayının babası. çocukluğumdan kalma en güzel şeylerden biri. hala arada açıp izlerim.

hikayemiz, büyülü güçleri olan 7 ejder topunu toplayıp toplara hükmeden ejderden bir dilek dilemek isteyen bulmanın kendi geliştirdiği radarıyla bulduğu ejder topunun sahibi kahramanımız gokuyla tanışmasıyla başlıyor. ikili farklı yaşam tarzlarına rağmen çok kısa zamanda yakın arkadaş oluveriyorlar. bulma zengin bir bilim insanı olan dr briefsin zeki kızıdır, hayalci karakterimizin topları toplama amacı kendini asla terk etmeyecek ve sözünden çıkmayacak yakışıklı bir sevgili dilemektir. dünyanın en donatımlı şehrinde, en donatımlı evde büyümüş, zevk ve lüks sahibi olan bulmanın tam tersi olarak goku ise, ormanda büyük babasının kulübesinde kendi başına yaşamaktadır ve dünya ile ilgili pek bir şey bilmez, dünyadan izole büyür ve dişi ve erkek gibi cinsiyetlerin olduğundan bile bihaberdir. başlarda bulma gokunun saflığından faydalanmak istese de dostlukları aralarında koparılması zor bir bağ kurmuştur.

hikaye bu ikilinin ejder toplarını toplarken master roshi (bkz: kaplumbağa adam) ile tanışmalarıyla farklı bir yöne sürüklenir. goku ejder toplarından çok dövüş sanatları turnuvasıyla ilgilenir olur ve kaplumbağa adamdan dövüş sanatları eğitimi alır. goku en yakın dostları olan krillin ve yamcha ile bu dönemde tanışır. krillin aslen bir shaolin tapınağında öğrencidir fakat kendisinden büyük öğrencilerin kabadayılıklarından kaçıp kaplumbağa adamın yanında eğitime başlamıştır. yamcha ise çölde yaşayan bir hayduttur. kendini dünyaya kanıtlamak amacıyla katıldığı dövüş sanatları turnuvasından sonra kaplumbağa adamdan eğitim almaya başlamıştır.

diziden anlatmadığım çok yer var, spoiler'ın ebesini öptüğüm kanaatinde olduğum için artık anlatmıyorum.

dizi dragon ball z olarak devam etti. dragon ball bazı sahneler dışında tamamiyle çocuklara hitap eden bir diziyken, dragon ball z kanlı sahnelerin arttığı, cinayetlerin ve ölümlerin gırla gittiği fantastik dünyamıza güneş gibi doğan bir seri olmuştur.

dizinin senaryoya yardımcı olan, ama dizi kısmına girmeyen bir dünya kısa filmi vardır.

ayrıca 2009'da hollywood'da bir filmi çekildi ki, senaryonun ağzına sıçılmış, diziyle alakası olmayan, 3. sınıf efektler ve dövüş sahneleri olan, 85 dakikalık bir saçmalık oldu. bunca insanın hayaliyle oynadı pezevenkler.

goku: http://images2.wikia.nocookie.net/__cb20081124021031/dragonballfanon/images/a/a5/Kid_Goku_(Pilaf_Saga).jpg

bulma: http://www.bulma.nl/files/2012/07/bulma.jpg

kaplumbağa adam: http://myfavoriteshowsgamesandmovies.webs.com/photos/character_large_332x363_master-roshi.jpg

krillin: http://static.tumblr.com/kwsiee3/0ZElde6bc/krillin.jpg

yamcha: http://images4.wikia.nocookie.net/__cb20110911145249/dragonball/images/7/78/Db-yamcha-pual.jpg

dragon ball dünyası: http://upload.wikimedia.org/wikipedia/en/0/05/Wiki_DragonBall_Earth.png

takım: http://download.gamezone.com/assets/old/screenshots/Dragon_Ball_Original.jpg

by great saiyaman

14 Şubat 2013 Perşembe

ofis araçları ile alternatif intihar yöntemleri




bu sayımızda evvela ofis araçlarının ne olduğunu, genel kullanım amacında intiharınıza nasıl bir aracı olabileceğini işleyeceğiz. sonra ise yöntemin başarısızlıkla sonuçlanması için neler yapmamız gerektiğini konuşacağız.

ofis nedir?

---long pause---


ofis dediğimiz olgu, özellikle finans-borsa-bankacılık gibi fiktif ürünler aracılığıyla para pazarlayan sektörlerde hakim bir deyim. pardon deyiş. bu çeşit sektörlerde çalışan birinin kafasında ofis kelimesi zaten hemen tahayyül ertesi halini alıyor. 


ofislerde yaygın kullanılan kimi araç gereçler var. bunlardan en mühimlerini sıralamak gerekirse: kalem, zımba, delgeç, a4 kağıt, makas, separatör, bilgisayarı oluşturan donanım ve tekerlekli döner koltuk.

en basitinden başlayalım: kalem. kalem ne kadar pasif bir araç olarak görünse de atalar sözünü hemen hatırlamalıyız. "kalem kılıçtan keskindir." efendim, kalemin kılıçtan keskin olmasına gerek yok. bize gereken 12'li kutuda ve bu düzinelik kutuların bir destesinin yaklaşık 5 TL'den satılan cinsinden yalnız 1 (bir) adet. iğrenç bir mavi renge sahip olanlardan hani.
kalemin kapağını açıp arkasına takmak suretiyle mürekkebi yalayarak zehirlenmeye çalışabiliriz. biraz etkisiz bir yöntem gibi görünse de, uzun süre depoda beklemiş olanlarından birine denk gelirseniz ihtimaller sizin tarafınızda. en azından hastanelik olma ve bir günlük istirahat alma ihtimali.

zımbaya geçiyoruz. tel zımba, yapı itibariyle çok tehlikeli bir araç. muntazam kullanmamız gerekiyor bunu. 3-5 kağıdı zımbalarken yanlışlıkla baş parmağımızı da kağıtların arasına sokuşturmak suretiyle kangren tehlikesinin anne şefkatine sahip kollarında bulabiliriz kendimizi. 

"bilekleri zımbalamak" olgusundaki zımba aslında tel zımba değil delgeçtir.belirtelim. hangimiz yapmadı ki şu elim hatayı sorarım, bir kağıdı dosyaya takmak üzere delgeç ile delerken deliğin biri çok dışta biri çok içte şekilde sonuçlandırma hatasını? işbu hatanın kendisi intihar sebebidir zaten. hele aldığınız yazıcı çıktısının word dosyasını kaydetmediyseniz. gidin yarım saat daha oturup araştırma sonucunu yazın. gidin. bak hala duruyo.

körelmiş makas tam bir işkence aletidir. acılı ve ofiste bir ay dedikodusu dönecek bir intihar teşebbüsü istiyorsanız kör makas sizin için biçilmiş kaftan. tetanos tehdidi ise kabak tatlısı üstündeki manda kaymağı gibi.
bilgisayar donanımları ile sadece gözlerimizi bozmuyoruz, rezil baş ağrıları yüzünden ağrı kesicinin dozunu kaçırıp mideyi yıkatma evresine de geçebiliyoruz. ne klas!

pasif agresif yöntemlerden sayılabilecek klima ise, altında oturup zatürree olmayı beklemek için ideal. sonrasında en az 15 günlük istirahat almanız işten bile değil. (çocuklar, yaşlılar ve şeker hastaları evde denemesin.)



efendim, a4 kağıt ile işimiz çok kolay. alıp direkt bileğimizi kesiyoruz.


by songstonoone

***special thanks to Sarah***

12 Şubat 2013 Salı

Edgar Allan Poe -madem bu blogu açtık, bu adamdan bahsedeceğiz-



sadece yazdıklarının gazete ve dergilerde yayınlanmasıyla geçinirmiş. bu yönüyle abd'de bir ilktir. telif hakkı muhabbetlerinin henüz adam akıllı şekillenmediği dönemlerde yazmış, bir çok kez yazıp yayınladığı eserleri başka insanlarca tekrar yazılıp tekrar yayınlanmıştır.

dönemin amerikalı yazarlarını okumak yerine kendisinden yıllarca önce yaşamış avrupalı, çoğunlukla ingiliz yazarların eserlerini okumayı tercih edermiş. birçok görüş efendi görünüm ve tavırlarını ve kıvrak ve ağdalı, taşı gediğine oturtan üslubunu okuduğu ingiliz yazarlardan aldığını dile getirir.

yazarlığa şiirle başlamış, çok erken yaşlarında al aaraf gibi eserler yazmış. o dönem yazdığı şiirler melankoli, yalnızlık, depresyon gibi arabesk temalar ve ilahi-ruhani varlıklara yönelik çeşitli duygular(kimi zaman üzüntü, kimi zaman şefkat, kimi zaman kıskançlık, bazı zamansa merak) üzerinedir.

bu kısa periyottan sonra hem okuyucunun ilgisini daha çok çektiği, hem de kafasını daha güzel yansıtabildiği için düz yazıya dönmüş. yazdığı hikayeler kimi zaman seri, kimi zaman tek parça şeklinde yayınlanmış. dönemindeki bir çok rakibiyle yazdıkları hakkında kapışmış, bu kapışmaları üslup ve yaklaşımlarınında değişim yapmıştır. düz yazı yazdığı dönemde ağırlıklı olarak hikaye yazmasına rağmen eleştiri, makale gibi türlerde de yazmıştır(ve biraz şiir). görüyoruz ki zihninin kıvrımlarının sadece hayal dünyası ve bunla beraber büyüyen sanatla değil bir hayalci için en sıkıntılı türleri yazabilecek bilgi ve kabiliyetle de doluymuş. alkol ve kumar problemleri yüzünden çokça eleştirilmiş, yaftalanmış ve karalanmıştır.

kimisine göre hikaye yazmaktan sıkıldığında, kimisine göreyse anlatacak hikayesi kalmadığında şiire geri dönmüştür. bu son döneminde ise hikaye neredeyse yokken yazdığı şiirlerin bir kısmını yayınlamamış, kadınlara okumuştur. matinelere çıkıp konuştuğu, şiir okuduğu anlatılıyor. hayatının ikinci şiir döneminde şiirlerinin bir çoğu aşk ve övgü üzerinedir.

dünyada hala macabre, romantizm, fantastik edebiyat, gotik edebiyat hatta bilim kurgu ve polisiye türlerinde akla gelen ilk isimlerden. ölüm sebebinin absinth olduğu falan söyleniyor, uydurma olduğu çok açık. şöyle ki poe ölümüne yakın bunalım ve yoksulluk çekmiştir, kimisi ortalıkta meczup bir şekilde dolaştığından bahseder bu süreçte. yoksulluğunun öncesinde ve yoksulluğu sırasında çeşitli ağır hastalıklar geçirmiştir ki bünyasi sağlam bir insan bile bunları yaşadıktan sonra soğuk bir rüzgarda bile krize girebiliyor. kış ortalarında bir parkta yarı baygın bir halde bulunmuş olması son günlerini bilinçsiz ve deli bir şekilde geçirdiğini gösteriyor. reynolds ismini sayıkladığı anlatılır son gününde, reynolds kim bilmem ama ne yazık ki poe'nun ölümü üzerine yapılan araştırma raporları bulunamamış, sadece dönemin gazete haberleri ve halkın fısıltıları göz önüne alınıyor. haliyle insanlar bire bin kattıkları için kimisi poe'nun zehir içerek intihar etmeye çalıştığını ama son hatasının yetersiz doz olduğunu anlatıyor. kimisi işte absinth veya alkol komasına girdiğini anlatıyor. kimisi rakiplerince öldürüldüğünü söylüyor...

etkilediği isimler arasında howard phillips lovecraft ve jules verne gibi ustalar da var.

madem bu adamdan bahsettik, şunu da izleyeceğiz:  



by great saiyaman

kağıt bardak


eski işyerimde - pardon ofisimde - türk kahvesi hastası hanımlar vardı. (ofis kelimesine de hastayım) özgün olmaya çalışırken bayağılaşan hanımlardı bunlar. günümüz post-ergen takımının kezban olarak nitelendirmeyi hoş bulduğu cinsten hanımlar. düğünleri için kilo vermeye çalışan, sonrasında afedersiniz hayvan gibi hamurişine abanan ve birbirlerine sürekli yemek tarifleri verip yine sonrasında atkins, dukan diyeti gibi metotları uygulayıp yumurta kokarak gezen sarı röfleli hanımlar. üzerlerine sıktıkları parfümleri bilmem kaç yetaleye free shoptan getirten ve yine de yumurta kokan. markafoni com gibi sitelerden 16 parça bluzu yalnızca 59.99'a alıp sonra 15 parçasını iade eden. ve kocalarından, sözlülerinden yahut nişanlılarından jestler bekleyip kendilerinden zerre ödün vermeyen.
hah işte o hanımlar.
bunlar, ne sikime bir kafa ile olduğunu sonradan anladığım bir örgütlenme ile ortaklaşa para toplayıp yine 12 taksit artı 3 ay taksit erteleme kampanyası ile aldıkları kahve makinesinde her öğleden sonra türk kahvesi yapar ve höpürdete höpürdete içerlerdi. kahveyi yaparken elbet bana da sorarlardı. zira kıl tüy bi insan da olsam, insanları rahatsız eden bir tipim yoktur. uyumluyumdur. genelde. epey bir süre içmemekte direttikten sonra, sonunda sırf bulaşık yıkamamak için "ben karton bardakta içeyim dibi de benim olabilir farketmez" cümlesini kurarak tekliflerine, yüzümde hafif müstehzi bir gülümsemeyle iktifa ettim. haftalarca hem sessiz -aslında sinsice- koca bardak türk kahvesi içtim hem de hiç bulaşık yıkamadım.

kağıt bardak candır can. eve de aldım bim'den.



by songstonoone

11 Şubat 2013 Pazartesi

for he's a jolly good fellow


batı insanının kutlama şarkılarından. coğrafyadan coğrafyaya değişen versiyonları var. melodisinin çok hoş olmasının yanı sıra sözleri de çok anlamlfasdgsfhsdj. sanırım doğum günü kutlamaları dışında hemen her şey için söylenebiliyor. örnek sahne oluşturalım:

(mahmut yorucu ders programının ardından okula getirdiği gerekli-gereksiz eşyalarıyla evine dönmektedir. buca belediye sarayının sol tarafındaki yüksek ve geniş basamakları olan merdiveninden acele ve bıkkınlıkla inmektedir. bir anlık bir tökezleme yaşar, düşerse çenesini çarpıp american history x tarzı bir ölümle sonuçlanabileceği park babalarından çekinmesinin de verdiği irkilmeyle kendini düşmekten kurtarmaya çalışır. eşyalarını da düşürmek istememeyişinin verdiği denge sıkıntılarıyla doğrulmaya çalışır.)

mahmut: hass... hasss... oğh la ölüyoduk. böyle basamak yapan aklınızı sikeyim dingiller.
3-4 kişinin oluşturduğu rastgele kalabalık:
for he's a jolly good fellow, for he's a jolly good fellow
for he's a jolly good fellow (es), and so say all of us
mahmut(içses): noluyo amk?!
kalabalık:
and so say all of us, and so say all of us
for he's a jolly good fellow, for he's a jolly good fellow
for he's a jolly good fellow (es), and so say all of us!

after reading question: bucalılar neden şarkının ingiliz versiyonunu söylüyor? amerikan versiyonunu söyleselerdi, neden söylerlerdi?

dinlemelik:



amerikın vö'jın:

izlemelik:



sözler:

for he's a jolly good fellow, for he's a jolly good fellow
for he's a jolly good fellow (es), which nobody can deny
which nobody can deny, which nobody can deny
for he's a jolly good fellow, for he's a jolly good fellow
for he's a jolly good fellow (es), which nobody can deny!

Asker Kahvaltısında İçilen Çay


lise yurtlarında içinleninden pek farkı olmayanmış. aynı demir bardağın içindeki çayın sıcak ve şekersiz olanını içer liseyi yatılı okuyan insanlar. kahvaltılık olarak verilen reçel, bal, tereyağı, krem peynir, çikolata gibi şeyleri ısıtıp ekmeğe sürülür hale getirmek için üstüne, altına, yanlarına dizerdik. üsttekiler içine düşmesin diye mühendislik harikası yöntemler kullanırdık. bu demir bardakların bazılarının ağız kısmı keskinleşmiş veya bir sebeple pürüzlü oluyordu. sabah bu bardaklarla çay içip dudakları yara içinde dolaşan öğrencilerden görürsünüz yatılı bir lise veya ilkokula giderseniz. bu öğrenciler bir garip ama; sabah çayı içerken dudaklarını kızartıyor, bazen dağlamaya benzer bir şekilde bere içinde bırakıyor ve hemen ardından da soğuk okul bahçesine çıkıp sabah rüzgarını yüzünde yiyerek dudak kenarlarını taşlatmış bir hale büründüyor, yine de vücudunun alışkın olduğu bu durumdan şikayetçi olmuyor. bir takım kremlerin de takviyesiyle ortalıkta 1-2 gün o vaziyette dolaşıyor.

bu öğrenciler yine garip ki bu bardaklardan şaka bile çıkartabiliyorlar: sabahları çok kısa sürede insanlar büyük kuyruklar oluşturur kahvaltı tabldotu almak için. tuvalette, lavaboda işi olsa da sıraya girip tabldotunu masasına koyduktan sonra gider işini görmeye. masasındaki arkadaşları olay çıkma ihtimalini de göz önünde bulundurarak arkadaşları gelesiye kadar çayını tuzlar. kurban masaya geri geldiğinde çayını bir müddet karıştırsa da kaşığına sürten tanecikleri uykulu olduğu için umursamaz ve içiverir. işte bu andan itibaren kurbanın karşısında yemek yiyen insanın başına tuzlanmış şeker püskürtülür bir süre. kurban ve karşısındaki insan şakacı ekibe savaş açar ve çoğunlukla da kazanır. olaylar genellikle yemek masasında biter fakat bazen işler istenildiği gibi gitmez ve pansiyon müdür yardımcısının odasında yenen dayak ve 1-2 haftalık evci ve çarşı izinlerinin iptaliyle sonlanır.

by great saiyaman

Bay Area


san fransisconun incisi. bir şehir değil, bir çok şehrin oluşturduğu bir bölgedir. nüfus olarak abd'de en yoğun ikinci bölgeymiş sanırım. insanın inanası gelmiyor açıkçası, sen doğaya bu kadar az tahribat ver ve bir yandan da insan nüfusu giderek artsın...

neyse, asıl mevzu bölgenin müziğe katkısı, thrash metali doğurması. biraz araştırdım da, olay sadece thrash metal değilmiş. thrash metalden 20 yıl kadar önce buralardan geçen hippi akımı, bugünkü bay area ortamına doğru yormuş. bölgenin rock müzik tarihindeki yeri ve önemini songz söyleyecektir zaten ilerde. ben bildiğim yerden, metalden hareket edeceğim.

bölgede acayip bir rock ve rock'a nazaran daha yer altında büyümüş bir metal kültürü oluşmuş, adeta ele-ayağa bürünüp sokakta gezer olmuşken 80lerde james hetfield ve lars ulrich liderliğindeki ekibin(o dönemin metallica'sında dave mustaine de vardır) bas gitarist cliff burton için los angelesdan buraya taşınmasıyla olaylar gelişir. bölgede zaten kendilerince thrash metal'i ses olarak oluşturmuş bir çok grup vardır fakat dinleyicileri kendileridir. çıktıkları konserlerle metallica ve içerideki gruplar(exodus ve benzeri) deklarasyonu yapma zamanı geldiğini fark etmiştir, gelsin albümler, gitsin turneler... bu süreçte bir plak şirketinin karma albümünde de yer edinir metallica. derken metallica'dan dave kovulur ve exodus'tan kirk hammett alınır. bu atılımla metallica ilk albümünü çıkarır ve exodus'un kendini albüm piyasasına duyurması bir kaç yıl uzar.

kerry king o dönemin metallica'sı hakkında bizi müziğe başlatan adamlardır diye bahseder. dave'in gitar ustalığından, sahnenin kuğl adamı oluşundan falan bahseder ve metallica'nın o ünlü yanlış gitarist hatasından bahseder. ona göre gary holt exodus'tan metallica'ya gelmesi gereken gitaristtir, kirk hammett değil.

müzik akımı patlak vermiştir artık; exoduslar, megadethler, testamentler, slayerlar, death angellar, vio lenceler falan derken kendi sesine kavuşan grup albüm yapıp dünyaya düşüyordur. thrash metal akımının ve metallica'nın bölgede böylesine tutmasının sebeplerinin altında yine hippi akımı yatmaktadır, gruplar aşırı sahne şovlarından kaçınan, ateş ve ışıktan ileriye gitmeyen gruplardır, bir de üstüne üstlük sokaktaki adam gibi giyinirler, sahneye özel üniformaları yoktur.

yine aynı yıllardır, thrash metalin sertliğiyle yetinmeyen grupların death metal akımını bulması. ve yine aynı yörelerdir possesed ve death gibi grupların çıktığı yerler. ve yine aynı yörelerdir machine head gibi, primus gibi alternatif grupların çıktığı yerler.

tabi bir de joe satriani var.


by great saiyaman

Post Punk - Özet


70'ler civarında punk rock'tan türemiş bir alt tür post punk. genel olarak punk'tan ayrılmasının sebebi, çok daha deneysel ve sound olarak  daha karmaşık olması. underground müziğin babası bu nedenle. daha özgür çalışılmış post punkta, 70'ler sonunda siouxsie and the banshees, devo, public image ltd, killing joke, talking heads, joy division, the cure ve the smiths ile ortaya çıktı. bunlar olmadan post punk tarihi diye bir şey olmazdı, zira türün deneysel olmasının, grupların belli bir çizgisi olmasını çoğunlukla engellediği kanaatindeyim. bu onları kötü ya da vasat değil, yeniye açıktan başka bir şey yapmaz. ancak şanlı post punk tarihinin babaları bunlar. namı daha az gruplar da (the cigarrettes, josef k gibi) türü güçlendirdi.

bbc radyosundan john peel denen adam, vaktiyle bu adamlarla john peel sessions yapımında canlı kayıtlar yaptı ve bu, post punk'ın gelişmesinde daha doğrusu yayılmasında büyük etken oldu. ada punk'ı böylece fazlasıyla göz önünde olmaya başladı, çengelli iğneler yayıldı. bunun hasebiyle, her ne kadar bush tetras, swans, sonic youth gibi gruplarla amerika'da da etkisi hissedilse de, post punk'ın anavatanı ingiltere ve en iyi icrası da ordan geliyor. amerikan post punk'ı, biraz hair metal band'lerin etkisinde kalmış. heyırmetılbend için bakınız kiss.

80'lerin sonu-90'ların başı civarı, punk akımının daha ticari bir yöne kaymaya başlaması ile deneyselliğini kaybeden (daha doğrusu deneysel halleri ile para kazanamayan) post punk da ortadan yavaş yavaş kaybolmaya başladı. radyolarda çalınabilecek şarkılar yapan gruplar haricinde seslerini duyuramayan gruplar (internet filan yok malum) silinmeye ve dinleyicisi tarafından ulaşılamamaya başladı. dolayısıyla post punk bir akım gibi kaldı. malesef internetten ulaşılabilen en iyi örnekleri, ilk ortaya çıkış dönemine ait kayıtlar. mtv bir nesli yedi bitirdi anlayacağınız.

2000'ler civarında post punk revival akımı ile dile gelen interpol, editors, the hives, the strokes, ve daha bilimum sonu -es ile biten gruplar ticari olarak muhteşem başarılara ulaşsalar ile bence post punk'ı tam anlamıyla canlandırmayı başaramadılar. onlar sadece deneysellikten sıklıkla yoksun, fakat bir açlığı gidermek için işe girişmiş birkaç grup benim gözümde. indie bile daha ümit verici.

işte bu yüzden punk is dead. punk is not dead kısmı bir ütopyadan öteye geçemiyor benim için. ölmedi diyenle üşenmem, sabaha kadar tartışırım.

by songstonoone


Kasetlerin B Yüzündeki Gizli İçerleme


kaç yıl evveldi biliyorum, istanbul'a ablamın yanına gelmiştim. zaman yine kaset zamanı değildi. zaman, knight online oynanan, maç özetlerinin yine internetten bulunabildiği, lady gaga 'nın henüz tam bilinmediği, metallica 'nın ise ilk sıçtığı zamanlardı . ablamın henüz kedisi yoktu. 
little miss sunshine çıkmıştı. tamam şimdi oldu, 2006. 
televizyonun altındaki dolaptan bir kaset buldum. sonrasında ankara'ya geri döndüm. kasedi dinleyecek makinesi olmayan ablamın kasetlerle ne işi olduğunu düşüne düşüne, çantamda da o kasetle. fazla düşünecek bir tarafı da yoktu aslında, belli bir süre eskiden kalma alışkanlıkla ben de kaset taşıdım çantamda.

a yüzünü şimdi bilemiyorum bana, ama b yüzünün belki üçüncü şarkısıydı what difference does it make. 
"so what difference does it make?
it makes none, now you have gone"

kasetlerin b yüzü şarkılarındaki gizli içerleme, hiç beklemediğiniz bir an olduğundan, kasedi b yüzüne çevirmişken, tam sıkıldığınızı ve bunaldığınızı düşünürken, size hem yalnızlığınızı hissettiren hem de "ben burada unutuldum, sen de unutuldun. aslında yalnız değiliz" diyen. "peki ne fark etti?" diye sorduran. sağ gösterip sol vuran, özürlerinizi kendinize saklamanız gerektiğini söyleyen, yorgun ve hasta bir serzeniştir.



by songstonoone


Buzzcocks


bolton teknoloji enstitüsü (şimdiki bolton üniversitesi) öğrencisi howard trafford, okulda the velvet underground şarkısı olan sister ray'i çalmaktan hoşlanan müzisyenler aradığını belirten bir ilan asar. peter mcneish ise (ki yine aynı okuldan bir öğrenci) bu ilana cevap verir. trafford, evvelden rock; mcneish ise elektronik müzik çalmıştır. buzzcocks da bu şekilde başlar punk sayfalarında sos oynamaya.
sister ray isimli şarkıyı sinirleri bozulmadan dinleyebilecek olanlar, onları birleştiren şeyi şurada kavrayabilecekler: 


şarkı hem elektronik, hem rock, hem de punk ve bu kadar şeyin üstüne inanmazsınız ama blues barındıran enteresan bir eser. 
mcneish, sahne ismi olarak pete shelley, trafford ise cambridge'te bir otobüs şofürünün ismi olan howard devoto'yu kendine beğenir. 
tam bu noktada bir duruyorum yine. ulan öbür isimlerinizden ne farkı var allasen? misal bi madonna mı oldu, bi cher mi oldu ne oldu yani?

böyle abuk subuk bir iki hal ve hareketten sonra, 76 eylülünde 100 club punk festival 'da çalmak üzere londra'ya giderler. ki mevzubahis festivalde sex pistols, the clash, siouxsie and the banshees, the damned, the vibrators gibi post punk'ın kralları da çıkar sahneye. bu iki günlük festivalden sonra alır başını gider abilerin namı. 
BBC radyosu, grubun ilk single'ı olan orgasm addict 'i çalmayı reddetmiş. gerçi şarkının adında ne hayır var ki kendinde hayır olsun diyebilirsiniz ama bu şarkı, pop punk denen şeyin büyük-büyük annesi:



grubun sekiz tane stüdyo albümü var, hala da aktif olarak çaldıklarını söylemekte fayda var, zira 15 şubat 2012'de babylon'da konser de vermişler. ama çok pogosal sorunlar çıktığına dair söylentiler var.

tuhaf not: ingiliz tv komedi serisi never mind the buzzcocks, adını buzzcocks grubu ile bir sex pistols albümü olan never mind the bollocks'un birleşmesinden alıyormuş. 
bu kadar uzatmaya gerek var mıydı? evet vardı. 




by songstonoone

İlk Kez Metalci Olmak.


"altı yaşımdayken pink floyd kasedi buldum evde bitane" cümlesi eskidiğinden, gerekli tavsiyeleri sizinle paylaşıyorum efendim.

şahsıma göre en mühimi ikinci kez metalci oluştur, çünkü ilkinde genelde bir sıçış yaşanır. doksanlar sonunda türkiye'de metalci olmaya başladıysanız hele. james hetfield, "ceyms hetfiyıld" diye okunur. black sabbath siz doğmadan önce de vardır'dır.
trash metal dörtlüsünü ezbere bilmeniz gerektiğini ilk sıçışınızda zaten farkettiğinizden, öğrenirsiniz. benim tekrar zikretmeme gerek olduğunu bu noktada sanmıyorum. blue jean dergisi doksanlar sonu için kabul edilebilir, ama artık tıraş bir dergi olduğundan elinizde blue jean ile görünürseniz ortalık yerde emolar bile size götüyle güler.
(ki emo denilen olgu emotional rock'tan gelir, neyse o başka mevzu.)
siyah saçma sapan dalgalı saçınız varsa uzatmamanız gerektiğini yine ilk sıçışta öğrendiğinizden -küt hizasına gelindiğinde saç nedeniyle erkeklerde yaşanan travma- bu mevzuya da pek değinmiyorum. esmer pre-metalci ablalar saçlarını asla ve kat'a kızıla boyamamalıdır. zira sarı saç-siyah kaş kombinasyonundan hallice bir durum çıkar ortaya.
converse her zaman bir opsiyon olmakla birlikte, beyaz converse hiçbir zaman bir opsiyon değildir. asker postalı her zaman iş yapar, ekmeğini yersiniz.
metal a headbanger s journey ve global metal belgesellerini izlemiş olmanız, camiada size bir artı sağlamakla birlikte, elzem değildir. aynı kültürü kendi albüm dinlemeleriniz, kendi festival izlenimleriniz ve kendi röportajlarınızı deneyimlemeniz ile de edinebilirsiniz. daha efektif olur.
bir başka nokta. camianın tabiriyle pop mu dinliyorsun öeh. rock metal kardeştir ayıran kalleştir kafası diye bir kafa var. söyleyeyim. ha burda bir ayrım var. ya kara metalci olacaksınız; yani ya sadece bağırım bağırım bağıran dayılardan olacaksınız, ki konumuz aslında bu olmalı. ya da psikodelik ve progresif gibi sert alt türlere açık metalci olacaksınız.
ilk tür için siyahtan başka alternatifiniz yok. ne giyerken, ne dilerken. hatta kafanız kaldırıyorsa mümkünse black metalden başka bir şey de dinlemeyin. belki az biraz melodik death metal. o kadar.
ikinci türde serbesti ana fikir. işte tam da bu noktada "altı yaşımdayken pink floyd kasedi buldum evde bitane" repliğinizi kullanmak için can atıyorsunuz, biliyorum. ama rica ediyorum, durun. ve bir kez daha düşünün. üçüncü kez metalci olacak kadar gücünüz var mı?

değer mi?


by songstonoone

unknown album unknown artist track 01


mükemmel bir düğüne mükemmel bir hazırlık. simsiyah elbise. kara. simsiyah saçlar. kara. simsiyah zifiri karanlık gözler. kara. 
ama bir o kadar da umut dolu yürek. öyle umut, gittiği düğünle ilintisiz. 
evindeki kediyi düşünürken o, saçlarını koparırcasına fönleyen irfansız kuaför. riyakar. asla elde edilemeyecekleri satan bir düzenbaz o. 
"bir fransız artistine benziyorsun şekerim."

aslında benzemiyor. o kadar rahatsız ki aslında halinden. 
bu, o değil ki. o olsa bile, asıl aradığı gözlerinde, o gözler. o gözler onu görmedikten sonra ne ehemmiyetsiz. 

denize nazır. içkili, yemekli. mükemmel. bir tek sahte gülüş yok. bir tek sahte, kolpa adam yok. gelin ve damat; o kadar seviliyor ki.

kız elbisesinin kenarlarından usulca tutarak dans pistine yaklaşıyor, içinde ürkek. yüzünde ise içini ufacık da olsa göstermeyen geniş bir gülümseme. haydi, diyor. kendinden geçercesine twist yapıyor o manasız şarkılarda. kimse de anlamıyor. herkesin sureti güzel, en az kanlarında dolaşan alkol kadar.

pistten dinlenmek için inerken ay ışığının denize yansıyışına bakıyor. yakamoz değil bu. çünkü yakamozun, denizindibindeki deniz kabuklarından yansıyan ay ışığı demek olduğunu daha 8 yaşındayken öğrenmiş. bu gördüğüne yakamoz diyenleri küçümsemek gafletine düşmeden, umarsızca gülümsüyor. 

kimse onu zaten anlamamış ki şimdiye kadar, o halde iken mi anlatacak? yanında oturan kız da ona bakıyor, kim bilir yine neler düşünüyor diye. ama o aslında sadece tek bir şey düşünüyor. "başka türlü bir şey benim istediğim."

içmesi gerek. o şarkıyı söyleyebilmesi için, hatta sözlerini unutma pahasına, içmesi gerek. votkaları vuruyor bir bir. bir bira istiyor. gelen bira efes şişe, yüzünü ekşitiyor. onunlayken içtiği efes değildi diye. 

sahneye yanaşıyor. gözlerinde belli belirsiz, meydan okuyan bir nem. bateristleri oldum olası sevmiş zaten, ona doğru yanaşıyor. 
"gelin hanımın bir arkadaşıyım, bir şarkı söyleyecektim."
kendine de, kulaklarına da inanmadan, sahneye adım atıyor. 
"bir fransız artistine benziyorsun şekerim."

"iyi akşamlar herkese.. pek fazla vaktinizi almayacağım. ben gelin hanımın iş arkadaşı -...- ona bir sözüm vardı, düğününde şarkı söyleyeceğim diye. aslında ünzileyi söyleyecektim. sonra anlamsız olur diye vazgeçtim, (gülüşmeler, ve hala sahte olmayan gülüşmeler) onun yerine başka bir şarkı seçtim. haydi gel benimle ol. tekrar iyi akşamlar ve iyi eğlenceler hepinize..."

aralarda sözlerini unutup, minicik detonelerle, ama içten, "ve göklerden mavi mavi taçları" bambaşka bir denize de yollayarak söylüyor.

onu bir daha görememe korkusu sarıvermiş etrafını. utangaçlığından sansa da insanlar, bu kandırmacaya daha fazla devam edemeyecek, bildiğinden, şarkıyı yarıda kesip geline sarılıyor. 

................

gelin arkasını dönmüş çiçeğini atmak üzere. "ey tanrım bana üç tane" çalıyor. simsiyahlı kız, aklına gelenin başına da geleceğini her zaman biliyor. gelinin buket elinde, masasına yöneliyor, müstehzi gülümsemesiyle. 

................

düğün yerinden ayrılırlarken, simsiyahlı kız, arkasında bir el silah sesi duyuyor. pis suratlı bir adam. havaya sıkıyor.
bir kere daha. iki el.

kız kaçmaya çalışırken ayağı takılıyor, elbisesi ayaklarına dolaşıyor. alışkın değil ki böyle elbiselere hiç.

pis suratlı adam, yere düşen simsiyahlı kızın tam kalbine sıkıyor. sadece bir el. 

kızda cılız bir ses.

haydi diyor, gel. 
benimle ol.
artık.




and when i'm lying in my bed
i think about life and i think about death
and niether one particularly appeals to me.



by songstonoone

Siouxsie And The Banshees - Glam'den Punk'a


1976 da siouxsie sioux ve steven severin tarafından, ilginç bir öykü barındırarak kurulan ingiliz punk grubu. punk rock ve aslında post punkın en önemli gruplarından. 70'lerin sonunda oluşumları, glam rocktan esinlenmeleri, avant-garde yaklaşımları, deneysel müzik yapmaları ile en şanlı zamanlarını post punkta bulmalarıyla oldu. glam'den etkilenişleri ile ortaya çıkardıkları ürünler, gothic rockın ortaya çıkışı için ise lead edici bir özelliğe sahipti. 
öyküye gelecek olursak. siouxsie ve steven roxy music'in 1975 yılında düzenlediği bir konserde tanıştılar. birkaç arkadaşları ile birlikte, sex pistols menajeri malcolm mc laren'ın düzenlediği 100 club punk festival'a son dakikada iştirak ettiler. son dakikada da olsa siouxsie, steven'ı çalmak konusunda ikna etti. gruplarının bir isimleri bile yokken, festivale iki gün kala gitarist olarak marco pirroni'yi ve davulcu olarak da john simon ritchie'yi - ki bildiğin sid vicious- alıp festivalde çaldılar. bu performanstan sonra grup dağılmayı düşünürken, başka yerlerde de çalma teklifleri geldi. 77'de pek çok yerde performanslarının ardından davulcu olarak kenny morris, ve gitarist olarak john mckay'ı da gruba dahil edip yollarına devam ettiler. 

77'den 86'ya kadar john peel sessions için yaptıkları kayıtları (john peel'siz bir punk, punk değildir ya o bakımdan) 2006 yılında "voices on the air: the peel sessions" albümünde topladılar. tüm kaydı şuradan dinleyebiliyoruz. keza ben dinliyorum şu an. 


96'da dağılan grup, siouxsie ve sonralarda gruba dahil olan davulcu budgie ile the creatures grubunu kurarak bir süre daha grup kariyerine bir arada devam etse de fazla tutunamadılar. olay, siouxsie'nin 2004' te solo kariyerine başlaması ile son buldu.

punk'ın gelişimine büyük katkıda bulundular demek, katıksız bir yalan olur. onlar punk'ın kendisi olan, baştan aşağı punk kültürüne yön veren bir gruplar bence. yaptıkları müzikte saksafon, klavye, çello, akordeon, santur, bilimum ksilofon kullanıp yeniliği ve üzerine basıp altını çizerek yine söylüyorum ki deneyselliği sonuna kadar zorladılar. happy house isimli şarkı, başka türde görülemeyecek bir yapıt misal. sadece kullanılan enstrümanlar anlamında da değil, siouxsie'nin olağandan fazlasıyla farklı vokal yeteneği de, iyi pişirilmiş bir ekmek kadayıfının üstüne koyulan kallavi kaymak kıvamında olduğu kanısındayım. 
hapi hauz;


yaptıkları müzik ile, post punk revival'cılar ve new age'ciler için olağanüstü bir ilham kaynağı olmakla birlikte, fizikıl apiyirıns olarak tabir ettiğimiz görünüş ve duruş ile siouxsie'nin suratı bile başlı başına bir gothic rock aynası. ahanda bu da grubun kepsi.


http://en.wikipedia.org/.../siouxsie_and_the_banshees
http://tr.wikipedia.org/.../siouxsie_and_the_banshees
http://en.wikipedia.org/wiki/xylophone 
http://en.wikipedia.org/...the_air:_the_peel_sessions
http://en.wikipedia.org/...i/sid_vicious#music_career

hamiş: bulduklarımdan yola çıkarak siouxsie'yi 'siuksiiğy' olarak telaffuz ediyorum. 

by songstonoone

Punk - Çengelli İğnelerin İntikamı


yetmişler civarı metale karşı ama rock tan da ayrılamadan vuku bulmuş, punk rock ile desteklenmiş bir kültür, bir isyan, bir hareket.
aynı zamanda bu kültürün yolunda yürüyenlere de denen. o sebeple hem kültürüne hem adamına konuşuyorum şu andan sonra.

felsefesi "hayatın amuğagoyum, sana da goyum" tadında bir şey. ha, bu düzene karşı duruşun belirteci aslında. günlük rutine, dayatmaya, zorbalığa, standarda, kalıplara, aşka, bilimum hayata, ota boka böceğe, her bir halta diyecekleri olduğundan belki.

başkaldırı. punk dediğin başkaldırır. saçları o sebepten mohawk tarzı bir kısmısının belki. aslında (bkz: taxi driver)

mohawk deyince, abuk subuk dediği insanların, öyle bir giyim tarzı var punk kültüründe. bence sanatsal açıdan bakıldığında, başka hiç bir kültürde olmayan. unique. kendilerini sosyeteye dahil edemedikleri ve insanlar arasında bir sınıf farkı olduğu sürece de dahil edemeyecekleri sebebi ile artık, çöp, zincir, paçavra,çaput, kıl tüy neyse işte, öyle giyinmeye başladılar ve bu böyle süregeldi. siyah hakim renk. ama mecburi de değil. fakat o çengelli iğne nedense bir rozet, bir mim. çengelli iğnesi olmayan punk, punk kültürüne de dahil olamıyor sanki.
eskiden konur da görülürdü bunlardan. bir de bestekar da. kaldırıma oturur, şarap içer, gelip geçene ses etmez, kendi aralarında şakalaşırlardı. komik bir şey varsa söyleyin biz de gülelim diyemiyordunuz, çengelli iğneleri vardı çünkü.

müzik, akımın ortaya çıkmasındaki en büyük etken elbet. sözü geçmezse olmaz. bu noktada onlarca alt tür, yüzlerce grup sıralanabilir elbet. ben diyeyim post punk revival, siz diyin sex pistols.

kurulu olan her türlü düzen karşıtı punk dayılar, anarşiyi seçmişlerdir. şarkısı da var bak, aklıma geldi.



temel anlamda olabildiğince özgürlük, başlıca düstur. ancak doğa dostu olmaları (ekolojist punk), veganlıkları ve bununla gizliden gizliye gurur duymaları(ki bir punk sıklıkla gurur duymaz), sınıfsal farkı oluşturduğunu düşündükleri medyaya karşı duruşları ve bu sebeple kendi yayınladıkları fanzinleri okumaları (don't hate media become media) ve bununla da do it yourself felsefelerini uyguluyor oluşları ile aslında punk kültürü kesim kesim dikkat edilmesi, dikkat çekilmesi gereken bir akımdır.

oturup içmek ve başka bir şey yapmamak değildir punk. bir şeyi istediğinde yapmak, başkaldırmak, gerekirse şiddete başvurmak, etmek ve eylemektir.
o sebeptendir ki, her kırmızı siyah kareli vans ayakkabı giyen mohawk kafa da punk değildir.
her bombacının punk olmadığı gibi.
punk is not dead? orasını bilemeyeceğim.






by songstonoone

10 Şubat 2013 Pazar

Rock 101 - The Basics


50'ler başında türemiş bir müzik türü ve yaşam felsefesi rock. müzik anlamında yazılacak çok şeyi var, hele ki alt türler, alt-alt türler ile birlikte sahifeler dolusu.

karakteristik olarak davul, elektro gitar ve bas gitar; bir de solist oldu mu herkes rock müzik yapıyor oluyor sanki. ama öyle değil işte. bir alt türü olarak punkta nasıl görüyorsak başkaldırıyı, rock'ın kendisinde de görürüz. en azından altyapıda, müziğin kendisinde. hayata, sanata, aşka, dostluğa, savaşa ve barışa, yapılan müziğin kendisine hatta, aileye, düzene ve topluma, sistemin kendisine, yalana, uzaklığa, bilimum hemen her şeye başkaldırılabilir rock müzik ile. az ya da çok bunu hissedersiniz. halil sezai isyan derken başkaldırsa da, onun yaptığı rock müzik değildir, söyleyeyim.
bu konuda çok katı bir bakış açım var. ben rock müzik dinliyorum diyen adama önce bir bakarım mesela. sonra o da bana bakar. gözgöze geliriz, yaklaşırım, gömleğinin içinden bakarım ki içinde başka bişey yoktur - sapıtmayalım -neyse, rock müzik dinliyorum deyince bana alt tür örneklemeleri ile gelmeyen adamı rock müzik dinleyen olarak değil, rokçu olarak değerlendiririm.
metal ve punk'ın türediği bir kültür olarak da yaklaşılabilir aslında. müzik olarak başlı başına bir kültürdür rock. caz ve blues'dan almış, popu eklemiş, zaman zaman icra edildiği ülkenin folklorik enstrümanlarını da kullanmayı bilmiş olmasından ileri gelir rock'ın bir kültür halini alması. misal olarak, jethro tull'ın yan flütü müziklerine harmanlamış olması; hatta en mühim enstrüman buymuş gibi davranması verilebilir.
rush'ın ise - progressive rock grubu- klasik rock türünden farklı olarak tek elektro gitar kullanışı, solo gitar yerine klavyeyi muhteşem şekilde kullanışı, türlerinde bir istisna yaratmasını sağlar.

yalnız benim takıldığım bir nokta var. alternatif rock. kategorize edilemeyen her türü alternatif rock başlığına alma olayı. yani nesine göre alternatif oluyor, orası beni düşündürüyor. hele ki, aslında bir ya da birkaç türe uygun rock müzik icra eden bir grup nedense bu türlerle sayılmaktansa alternatif rock yapıyor oluyor. alternatif olmak ne zaman bu kadar popüler oldu, hiç bilemedik. al sana interpol. dayılar alternatif yapmıyor, kimse kusura bakmasın.
ve rica ediyorum, buraya kadar bayılmadan sıkılmadan okuduysanız, bana nasıl alternatif olunuyor bi' anlatıverin.

genel anlamda türleri şöyle bir sıralamak gerekirse,

rock n roll
garage rock
hard rock
folk rock
blues rock
psychedelic rock
progressive rock
roots rock
jazz rock
soft rock
glam rock
punk
christian rock
early heavy metal
new wave
post punk
indie rock
grunge
britpop
post grunge
nu metal
pop punk
post britpop
post hardcore
emo rock
post punk revival
post hardcore
metalcore
retro metal
electronic rock

bir rock şarkısı ile işbu yazımı sonlandırmayı düşündüm, alternatif bir şey olsun istedim ama yine de bir alt tür örneği geldi. çaresizim.



by songstonoone