9 Nisan 2013 Salı

Henüz Bir İsmi Yok -3 arkadaş toplanıp fantastik edebiyata girdik-

Bir gün 3 arkadaş oturuyoruz. 3ümüz de çok oyun oynayan, oyunlar üzerine günlerce konuşabilen tipleriz. 2inci cümleden tiksindiniz di mi bizden. Hakkınızdır, çok seveni yok bu geyiklerin. Herkes der ki, türkiye'de bunun primi yok. Primini yediklerim, prim için yapcak olsak başka şeyle uğraşırız di mi. Hem belki ilerde bir gün primi oluşur bu oyun işlerinin. Neyse çıkalım bu oyun mevzuundan. Bir gün 3 arkadaş oturuyoruz, dedik ki; hacı millet ne güzel oyun yapıyor, dizi yapıyor, kitap çıkarıyor, biz de bir yerlerden başlasak mı ki? O an nasıl bir andır ki bizi bir şeyler yapmaya başlamaya itti. O gazla anlamsız ve yönsüz bir çalışmaya girdik. Yani bir şeyler yapıyoruz ama ne yaptığımızı bilmiyoruz. Allah herkesi bu anlamsızlıktan korusun... Çok uzatmayayım, o günün gazıyla 3 arkadaş birlikte girdiğimiz fantastik dünya'nın ilk serüveninin (belki ilk) girişini yazdık. Bakın belki'ler felan dahil oldu işe, o kadar plansız, programsız, anarşist ilerliyoruz.

Destur bismillah.


Ozan Alanguva’nın Hikâyesi: Duyuruluş

Duydum onu, bildirildim. Doğduğum günden beri yetiştirildiğim yerde, beni ben yapan, beni ozan yapan, üzerimden karanlığı alan, aklımı açmamı sağlayan, sözlere ve müziğe, söylenişe ve ritme, vurgu ve heceye, hıza ve renge hükmetmeyi öğrendiğim yerde, bunca ömrümde gördüğüm en kutsal yerde, kanın dünyanın yaratıldığı günden beri dökülmediği topraklarda, yalanın hiçbir zaman yaklaşamadığı, şeytanın adını anmaktan korktuğu bu mabette bildirildim… O mabet ki lal girenin ozan çıktığı, ama girenin şahin olduğu, sakatın uçabildiği, ifrite tutulanın camanbay olduğu topraktır. O mabet ki iblisin yavrusuna tembihlediği, her bir ifritin kâbuslarında gördüğü ceza mekânıdır. O mabet ki her dinden hacı kabul eden, gelenin selama eriştiği yerdir. O mabet ki meleklerin bizlere ilim öğrettiği yerdir, o yer ki göz perdesinin aklı kandıramadığı yerdir… Bundan sorgulamadan inandım duyduğuma, bildirildiğime. Bundan aldım çiğnedim üstatlarımın sözünü, bundan alamadım övgülü uğurlamalarımı, bundan arkamdan su değil de gözyaşı döküldü. Kimse beklemiyor artık beni orada, kimse hatırlamayacak ben öldükten sonra beni orada, belki kimse almayacak benden sonra çıplak yetimleri dergâha.
Hiç darılmam kimseye, hiç hesap sormam ne burada ne öte tarafta kimseye,

Hiç yüzüm yok ki görünsem kimseye, hiç hareket edemem bir daha baksam oradan kimseye.

Bu yüzden hiç anlatmadım nereden geldiğimi, ne olduğumu,

Nereye gittiğimi, neden bu halde olduğumu.

Unutmak erdemsiz ama aklın tesellisi,

Unutmuş gibi yapmak onun göz boyayan sahtesi,

Hatırlamak gazapların en katmerlisi.
İsteyen için unutulmak kolay olduğundan, unutuldum ben de çok kısa sürede. Her şeyi ama her şeyi duyduğumun tembihine göre yaptım. Her adımımda o sözleri yorumladım. Dağlar aştım, kötülüğün en içinden geçtim, yeni zanaatlar öğrendim. Yeni zanaatlar bana manastırda öğretilenlerden güçlüydü. Bu haccımda zanaatımı ve öğretilerimi bükmeyi öğrendim. Kötü iyiyle bir olabilirmiş, hatta birbirlerinden ayrılması için sadece hayal görmek gerekirmiş… 
Benim manastırda her gün korunduğum öğretileri öğretti o yüce ses bana. Gözümü açtığım günden beri sesi yönlendiririm, bilmem ki kaç sesle seslenirim kulağa. Marangoz ağaca şekil verir, kilci yaş toprağa, çizer renklere… Ozan sese şekil verir, bense sesle şekillendiririm. Marangozdan iyi yaparım en ince işlemeyi ağaçta, sipsimi üfleyerek. Toprağa su koklatmadan yaparım testileri, nefes şakıyarak. Yazdığım şiirler, şarkılar bestelenmeden resme döker ağaç kökleri ve daha birçok renk elementini. Hepsini manastırda öğrendim, her gün telkin edildim lakin. Her gün rüyalandırılıp öğretildim maddeyi insanları etkilemek için yormamayı. Her gün ve her gece hatırlatıldım en ulvi amacımın sesin, rengin, toprağın, ağacın ve her diğer özdeğin düşünücüsü için yapmam gerektiğini yaptıklarımın. Hala yönelirim beni ve bütün özdeği var edene. Hala yöneltirim sesimi, rengimi, toprağımı ona. Bu sefer bir af dilenmeyle yorarım kendimi dahi. Özdeğin düşünüp, var edenine yalvarırım her gün uduzlarım için, uduzlarım ki beni böylesine güzel yetiştirdiler. Şüpheden uzak olsunlar…


Devam Edecek...
 Great Saiyaman

22 Mart 2013 Cuma

kameralara gülümseme etüdü- ayna karşısında bir akşam

bazı arkadaşlarımda farkettim, özellikle hanım arkadaşlarımda ve bir kısım artistik yapıda bey arkadaşlarımda. ve az önce gördüğüm bir fotoğrafta. sosyal medya, kameralara nasıl poz vereceğimizi kendi kendimize çalışmamız gerektiğini gösterdi.

doğallıktan eser kalmamış yapmacık plaza kadınlarının -ki başka bir yazının kesinlikle ana konusu olacaktır- bir özelliği bu. bir yerde yemek yeniliyor, bir şeyler içiliyor ve hoop, o da ne? akıllı telefon cepten çıkmış, hemmen fotoğraf çekme-çekinme aktivitesi. üçlü beşli gruplaşmalar ile o anı yakalama ümidi. aslında o anki sahte fakat huzur bozmayan mutluluğu zaman düzleminde dondurma çabası. beyhude çabalarından biri insanlığın kısaca.
neyse, çok uzattım sosyal tespit kasmak için. fotoğrafın nesnesi olan bu abla-abilerden hatun kişilerde hep aynı poz olduğunu farketmem çok da zamanımı almadı. dişleri diğerlerine görece güzel olanlar otuz iki diş sırıtarak at dişleri ile fotoğrafta dikkat çekici birer obje halini alıyor, görece gamzeli olanlar gamzelerini belli ediyor, suretten ziyade yan profili daha iyi olanlar "hafif yan" duruyor ve kalanlar da boşluğu dolduruyor.
yani ben.
gözlerim mesela, mutlak surette tuhaf çıkar fotoğraflarda. burnum yamuktur benim, sağdan bakınca kemeri belirgindir. ve nedense o fotoğraf çekimlerinde illa da sağ profil vermek zorunda kaldığım bir konumda yakalanırım. yıllardır çok terlerim, kapalı alanlar darlandırır beni. o yüzden de, terlediğimden yani, saçlarım bi alnıma yapışma çabasındadır.
belki klişe, belki gerekli gereksiz hemen herkesten duyuyoruz ama, velhasıl ben, fotoğraflarda çirkin çıkarım. o yüzden belki, sevgilimle bir tane bile fotoğrafım yoktur sanal mecralarda.

salt sanal mecralarda da değil, sevdiğim insanla beraber bir tek fotoğrafım bile yok. tam yedi yıl oldu.

bu fotoğraf sahtekarlığından o da hoşlanmaz, biliyorum.

çok şanslıyım aslında,
onu da biliyorum.

by songstonoone

11 Mart 2013 Pazartesi

Ah Ulan Elidor -Bir Dikkatsizlik Hikayesi-


Teaching English To Young Learners diye bir dersim var. Derste her hafta bir takım öğrenciler diğer öğrencilere İngilizce bir hikâyeyi veya masalı öğretmenleriymiş gibi okuyor. Okumak dediysem de kuru kuru okumak değil; yaratıcılık istiyor hoca, aktiviteler serpiştirerek çocukları mümkün olduğunca derse yoğunlaştırmamızı falan istiyor. Dağıtılan hikâyelerin çoğunu biliyordum, bana gelense hiç bilmediğim bir hikâyeydi, Elidor.

Ders sonunda hocaya “hocam ben bunu hiç duymadım daha önce. Bunun yerine ben kendim bir tane yazsam ve onu işlesem nasıl olur?” dedim. Hoca “bunu yapsan daha iyi olur, çok güzel bir hikâyedir bu.” dedi. Sonra da “sen bir oku, beğenmezsen pazartesiye kadar bir şey yaz ve bana ver, beraber karar verelim hangisini işleyeceğini." dedi. Bu arada sunumu ilk hafta, Çarşamba günü yapacağım… Tamam dedim hocaya. Eve gidip hikâyeyi okuyayım dedim ama hikâye yoktu. Hikâyenin nasıl işleneceğine dair birçok aktivite vardı kitapta ama hikâyeyi bir türlü bulamadım. Ben en iyisi bu bahaneyle kendi hikâyemi yazayım, hoca belki etkilenip yüksek not verir dedim. Dün gece oturup aşağıdaki şeyin İngilizcesini(bu gerçi tam o yazdığım değil, o biraz daha detaylıydı) yazdım. Yazdıklarımın çıktısını alıp hocaya götürmeden önce kitabı bir kez daha kontrol etmemle asıl hikâyenin aktivitelerden 1-2 sayfa önce yazıldığını görmem bir oldu... 

Salaksın, yeminle aptalsın dedim kendime. Gerçi benim yazdığım hikâye kitaptakinden güzel geldi bana. En azından benimkinin mesajları daha açık ve daha güzeldi, ama ya hoca beğenmezse ve kızarsa deyip götürmedim hikâyeyi. Aptallığın verdiği rahatlıkla hikâyeyi de buraya koyayım bari dedim ve buyurun:

Elidor, annesiyle birlikte bir ormanda yaşamaktadır. Dünyayla ilgili dertleri olmayan bu ikili Elidor’un doğumundan beri birbirlerinden başkasını görmemiştir. Bir gün Elidor ormanda oyun oynamak için evden çıkmıştır. Oyun oynarken yüzüne vuran güneş ışığına baktığında ışığın içinden bir elin kendini çağırdığını görür. Ele doğru hareket eder ve kaybolur. Annesinden aldığı öğütle annesini veya evini görebilmek için yüksek bir yere çıkma kararı alır, çıktığı ağaçta annesini veya evini göremez. Ama az ileride bir tepe yükseliyordur. Tepeden belki görebilirim deyip tepeye koşar Elidor.

Tepeye ulaştığında tepenin büyülü olduğunu fark eder Elidor. Zirvesinin iki yanından ikişer gökkuşağı sarkıp yerlere kadar indiğini görür Elidor. Annesini görebilmek umuduyla tepeye çıkmaya başlar. Tepenin yarısındayken bir kayalığa tırmanır, buradan belki görürüm der ama bu sefer de çok yüksektedir, orman çok küçük gelir gözlerine.  Kayanın üzerindeyken kulağına hoş bir ses fısıldar:
-          Seni annene kavuşturabilirim.
-          Kimsiniz siz?
-          Buradayım, yardım et lütfen.
-          Göremiyorum, neredesiniz?
-          Buradayım, sağında. Ayağının yanındaki taşın üzerinde.
Elidor ayağının yanındaki küçük sandığı görür. Eğilip sandığı eline alır. Aynı ses yine fısıldar kulağına, aç beni. Küçük kopçasını kaldırarak sandığı açar ve kendini bir anda bir sarayda bulur. Sandık bu sefer kulağına, beni kralıma götür der. Elidor sandığı cebine koyarak kralı aramaya koyulur.

Kısa süre sonra sarayın prensesiyle karşılaşır. Prenses kendisiyle aynı yaşlardadır. Prensesi gördüğünde sandığı unutur ve prensesle oynamaya başlar. Akşama kadar oynarlar ve günün sonunda kralla tanışır. Kralı gördüğünde aklına cebindeki sandık gelir, özür dileyerek sandığı krala uzatır.

Kral yıllardır her yerde aradığı sandığına kavuşmanın sevinciyle Elidor’a bir dileğini yerine getireceğini söyler. Annesine kavuşmak istediğini ama prensesten de ayrılmak istemediğini söyler. Kral bunu çabucak çözebileceğini ama o geceyi sarayda geçirmesi gerektiğini söyler Elidor’a. Elidor kabul eder. Ertesi gün annesi Elidor’u saçını okşayarak uyandırır. Ormandaki kulubesinden saraya taşınmıştır. Ve sonsuza kadar mutlu yaşarlar.


Hikâyenin aslını okumak isteyenler için: http://tinyurl.com/d3365va

Great Saiyaman

Frankly Mr. Shankly:

bazı insanlar, başkalarının en kötü huylarından bahsederken aslında tam da kendilerinden bahsettiklerinin farkında değiller. farkındalık ise bizi yavaş yavaş öldürüyor. kanımızı zehirliyor.

Böyle güccük güccük oyunlar oynamak insanların aslında küçük yaştaki aldanmışlıklarının ileri dönem dışavurumu sanırım. bilmiyorum. hiç Freud okumadım. yazılışını bildiğime şaşıyorum. Aslında şu kısacık ömrümde pek kitap okuduğumıu da söyleyemem. bu konuda zaten ailenin yüz karası benim.
Babam yıllarca ilmihaller, Sahih-i Buhari'ler ve bilimum on emir yorumları okudu. Halen Kur'an okuyor.
Annem ise Türk edebiyatının mürekkebinden beslenmiş bir iflah olmaz romantik. romantik derken, öyle duygusallı aşklı romantik değil. Vintage biraz hani. (çok retro oldum lan.)
Ablam ise fantastik dünyalarda 8 boynuzlu atlara dragonkanı içirtir. Ursula Le Guin denen karının kitabından geçilmiyor zaten ev.
Ben ise uslanmaz bir polisiyeci.
konu nereye geldi.

insanların kendini gösterme çabası beni ürkütüyor. ben ki, şu güne kadar kendimi saklayan, artık kendimi ortaya koymak mecburiyetindeyim. geriliyorum.
her gün ne iş yaptığımın raporunu müdürüme, müdürümün müdürüne ve en müdüre vermek zorundayım. evet, en müdür diye bir şey var.

epeydir müzik üzerine yazamayışımın sebebi ise tam da burdan ileri geliyor.

dedikodulara geçeyim. istanbul'daki eski kuaförüm yeni evlenmiş olduğu hanımdan ayrılarak tükkanın ortağı hanım ablamızla çıkmaya başlamış.


by songstonoone

23 Şubat 2013 Cumartesi

Dragon Ball

anime olayının babası. çocukluğumdan kalma en güzel şeylerden biri. hala arada açıp izlerim.

hikayemiz, büyülü güçleri olan 7 ejder topunu toplayıp toplara hükmeden ejderden bir dilek dilemek isteyen bulmanın kendi geliştirdiği radarıyla bulduğu ejder topunun sahibi kahramanımız gokuyla tanışmasıyla başlıyor. ikili farklı yaşam tarzlarına rağmen çok kısa zamanda yakın arkadaş oluveriyorlar. bulma zengin bir bilim insanı olan dr briefsin zeki kızıdır, hayalci karakterimizin topları toplama amacı kendini asla terk etmeyecek ve sözünden çıkmayacak yakışıklı bir sevgili dilemektir. dünyanın en donatımlı şehrinde, en donatımlı evde büyümüş, zevk ve lüks sahibi olan bulmanın tam tersi olarak goku ise, ormanda büyük babasının kulübesinde kendi başına yaşamaktadır ve dünya ile ilgili pek bir şey bilmez, dünyadan izole büyür ve dişi ve erkek gibi cinsiyetlerin olduğundan bile bihaberdir. başlarda bulma gokunun saflığından faydalanmak istese de dostlukları aralarında koparılması zor bir bağ kurmuştur.

hikaye bu ikilinin ejder toplarını toplarken master roshi (bkz: kaplumbağa adam) ile tanışmalarıyla farklı bir yöne sürüklenir. goku ejder toplarından çok dövüş sanatları turnuvasıyla ilgilenir olur ve kaplumbağa adamdan dövüş sanatları eğitimi alır. goku en yakın dostları olan krillin ve yamcha ile bu dönemde tanışır. krillin aslen bir shaolin tapınağında öğrencidir fakat kendisinden büyük öğrencilerin kabadayılıklarından kaçıp kaplumbağa adamın yanında eğitime başlamıştır. yamcha ise çölde yaşayan bir hayduttur. kendini dünyaya kanıtlamak amacıyla katıldığı dövüş sanatları turnuvasından sonra kaplumbağa adamdan eğitim almaya başlamıştır.

diziden anlatmadığım çok yer var, spoiler'ın ebesini öptüğüm kanaatinde olduğum için artık anlatmıyorum.

dizi dragon ball z olarak devam etti. dragon ball bazı sahneler dışında tamamiyle çocuklara hitap eden bir diziyken, dragon ball z kanlı sahnelerin arttığı, cinayetlerin ve ölümlerin gırla gittiği fantastik dünyamıza güneş gibi doğan bir seri olmuştur.

dizinin senaryoya yardımcı olan, ama dizi kısmına girmeyen bir dünya kısa filmi vardır.

ayrıca 2009'da hollywood'da bir filmi çekildi ki, senaryonun ağzına sıçılmış, diziyle alakası olmayan, 3. sınıf efektler ve dövüş sahneleri olan, 85 dakikalık bir saçmalık oldu. bunca insanın hayaliyle oynadı pezevenkler.

goku: http://images2.wikia.nocookie.net/__cb20081124021031/dragonballfanon/images/a/a5/Kid_Goku_(Pilaf_Saga).jpg

bulma: http://www.bulma.nl/files/2012/07/bulma.jpg

kaplumbağa adam: http://myfavoriteshowsgamesandmovies.webs.com/photos/character_large_332x363_master-roshi.jpg

krillin: http://static.tumblr.com/kwsiee3/0ZElde6bc/krillin.jpg

yamcha: http://images4.wikia.nocookie.net/__cb20110911145249/dragonball/images/7/78/Db-yamcha-pual.jpg

dragon ball dünyası: http://upload.wikimedia.org/wikipedia/en/0/05/Wiki_DragonBall_Earth.png

takım: http://download.gamezone.com/assets/old/screenshots/Dragon_Ball_Original.jpg

by great saiyaman

14 Şubat 2013 Perşembe

ofis araçları ile alternatif intihar yöntemleri




bu sayımızda evvela ofis araçlarının ne olduğunu, genel kullanım amacında intiharınıza nasıl bir aracı olabileceğini işleyeceğiz. sonra ise yöntemin başarısızlıkla sonuçlanması için neler yapmamız gerektiğini konuşacağız.

ofis nedir?

---long pause---


ofis dediğimiz olgu, özellikle finans-borsa-bankacılık gibi fiktif ürünler aracılığıyla para pazarlayan sektörlerde hakim bir deyim. pardon deyiş. bu çeşit sektörlerde çalışan birinin kafasında ofis kelimesi zaten hemen tahayyül ertesi halini alıyor. 


ofislerde yaygın kullanılan kimi araç gereçler var. bunlardan en mühimlerini sıralamak gerekirse: kalem, zımba, delgeç, a4 kağıt, makas, separatör, bilgisayarı oluşturan donanım ve tekerlekli döner koltuk.

en basitinden başlayalım: kalem. kalem ne kadar pasif bir araç olarak görünse de atalar sözünü hemen hatırlamalıyız. "kalem kılıçtan keskindir." efendim, kalemin kılıçtan keskin olmasına gerek yok. bize gereken 12'li kutuda ve bu düzinelik kutuların bir destesinin yaklaşık 5 TL'den satılan cinsinden yalnız 1 (bir) adet. iğrenç bir mavi renge sahip olanlardan hani.
kalemin kapağını açıp arkasına takmak suretiyle mürekkebi yalayarak zehirlenmeye çalışabiliriz. biraz etkisiz bir yöntem gibi görünse de, uzun süre depoda beklemiş olanlarından birine denk gelirseniz ihtimaller sizin tarafınızda. en azından hastanelik olma ve bir günlük istirahat alma ihtimali.

zımbaya geçiyoruz. tel zımba, yapı itibariyle çok tehlikeli bir araç. muntazam kullanmamız gerekiyor bunu. 3-5 kağıdı zımbalarken yanlışlıkla baş parmağımızı da kağıtların arasına sokuşturmak suretiyle kangren tehlikesinin anne şefkatine sahip kollarında bulabiliriz kendimizi. 

"bilekleri zımbalamak" olgusundaki zımba aslında tel zımba değil delgeçtir.belirtelim. hangimiz yapmadı ki şu elim hatayı sorarım, bir kağıdı dosyaya takmak üzere delgeç ile delerken deliğin biri çok dışta biri çok içte şekilde sonuçlandırma hatasını? işbu hatanın kendisi intihar sebebidir zaten. hele aldığınız yazıcı çıktısının word dosyasını kaydetmediyseniz. gidin yarım saat daha oturup araştırma sonucunu yazın. gidin. bak hala duruyo.

körelmiş makas tam bir işkence aletidir. acılı ve ofiste bir ay dedikodusu dönecek bir intihar teşebbüsü istiyorsanız kör makas sizin için biçilmiş kaftan. tetanos tehdidi ise kabak tatlısı üstündeki manda kaymağı gibi.
bilgisayar donanımları ile sadece gözlerimizi bozmuyoruz, rezil baş ağrıları yüzünden ağrı kesicinin dozunu kaçırıp mideyi yıkatma evresine de geçebiliyoruz. ne klas!

pasif agresif yöntemlerden sayılabilecek klima ise, altında oturup zatürree olmayı beklemek için ideal. sonrasında en az 15 günlük istirahat almanız işten bile değil. (çocuklar, yaşlılar ve şeker hastaları evde denemesin.)



efendim, a4 kağıt ile işimiz çok kolay. alıp direkt bileğimizi kesiyoruz.


by songstonoone

***special thanks to Sarah***

12 Şubat 2013 Salı

Edgar Allan Poe -madem bu blogu açtık, bu adamdan bahsedeceğiz-



sadece yazdıklarının gazete ve dergilerde yayınlanmasıyla geçinirmiş. bu yönüyle abd'de bir ilktir. telif hakkı muhabbetlerinin henüz adam akıllı şekillenmediği dönemlerde yazmış, bir çok kez yazıp yayınladığı eserleri başka insanlarca tekrar yazılıp tekrar yayınlanmıştır.

dönemin amerikalı yazarlarını okumak yerine kendisinden yıllarca önce yaşamış avrupalı, çoğunlukla ingiliz yazarların eserlerini okumayı tercih edermiş. birçok görüş efendi görünüm ve tavırlarını ve kıvrak ve ağdalı, taşı gediğine oturtan üslubunu okuduğu ingiliz yazarlardan aldığını dile getirir.

yazarlığa şiirle başlamış, çok erken yaşlarında al aaraf gibi eserler yazmış. o dönem yazdığı şiirler melankoli, yalnızlık, depresyon gibi arabesk temalar ve ilahi-ruhani varlıklara yönelik çeşitli duygular(kimi zaman üzüntü, kimi zaman şefkat, kimi zaman kıskançlık, bazı zamansa merak) üzerinedir.

bu kısa periyottan sonra hem okuyucunun ilgisini daha çok çektiği, hem de kafasını daha güzel yansıtabildiği için düz yazıya dönmüş. yazdığı hikayeler kimi zaman seri, kimi zaman tek parça şeklinde yayınlanmış. dönemindeki bir çok rakibiyle yazdıkları hakkında kapışmış, bu kapışmaları üslup ve yaklaşımlarınında değişim yapmıştır. düz yazı yazdığı dönemde ağırlıklı olarak hikaye yazmasına rağmen eleştiri, makale gibi türlerde de yazmıştır(ve biraz şiir). görüyoruz ki zihninin kıvrımlarının sadece hayal dünyası ve bunla beraber büyüyen sanatla değil bir hayalci için en sıkıntılı türleri yazabilecek bilgi ve kabiliyetle de doluymuş. alkol ve kumar problemleri yüzünden çokça eleştirilmiş, yaftalanmış ve karalanmıştır.

kimisine göre hikaye yazmaktan sıkıldığında, kimisine göreyse anlatacak hikayesi kalmadığında şiire geri dönmüştür. bu son döneminde ise hikaye neredeyse yokken yazdığı şiirlerin bir kısmını yayınlamamış, kadınlara okumuştur. matinelere çıkıp konuştuğu, şiir okuduğu anlatılıyor. hayatının ikinci şiir döneminde şiirlerinin bir çoğu aşk ve övgü üzerinedir.

dünyada hala macabre, romantizm, fantastik edebiyat, gotik edebiyat hatta bilim kurgu ve polisiye türlerinde akla gelen ilk isimlerden. ölüm sebebinin absinth olduğu falan söyleniyor, uydurma olduğu çok açık. şöyle ki poe ölümüne yakın bunalım ve yoksulluk çekmiştir, kimisi ortalıkta meczup bir şekilde dolaştığından bahseder bu süreçte. yoksulluğunun öncesinde ve yoksulluğu sırasında çeşitli ağır hastalıklar geçirmiştir ki bünyasi sağlam bir insan bile bunları yaşadıktan sonra soğuk bir rüzgarda bile krize girebiliyor. kış ortalarında bir parkta yarı baygın bir halde bulunmuş olması son günlerini bilinçsiz ve deli bir şekilde geçirdiğini gösteriyor. reynolds ismini sayıkladığı anlatılır son gününde, reynolds kim bilmem ama ne yazık ki poe'nun ölümü üzerine yapılan araştırma raporları bulunamamış, sadece dönemin gazete haberleri ve halkın fısıltıları göz önüne alınıyor. haliyle insanlar bire bin kattıkları için kimisi poe'nun zehir içerek intihar etmeye çalıştığını ama son hatasının yetersiz doz olduğunu anlatıyor. kimisi işte absinth veya alkol komasına girdiğini anlatıyor. kimisi rakiplerince öldürüldüğünü söylüyor...

etkilediği isimler arasında howard phillips lovecraft ve jules verne gibi ustalar da var.

madem bu adamdan bahsettik, şunu da izleyeceğiz:  



by great saiyaman